ÜYE DAYANIŞMASI “AT GÖZLÜĞÜNE” DÖNÜŞTÜ

Avrupa Birliği’nin (AB), siyasi saiklerle ve hukuksuz bir şekilde üyeliğe aldığı Rum devletini “at gözlüğüyle” destekler pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin haklarını gasp eden, hakkaniyetten yoksun bir hale dönüşmüştür. AB’nin Kıbrıslı Türklerin de haklarını gören ve buna da saygı duyan konumda olması gerekirken, giderek daha da artan bir biçimde Kıbrıslı Rumların hamisi konumuna kayması, AB’nin üzerine kurulu olduğu zemini derinden sarsmaktadır. AB’nin bu tutumu, Kıbrıs sorununun ve hidrokarbon konusunun çözümü bağlamında tarafsız veya adil olamayacağını bir kez daha göstermekte ve AB’ye duyduğumuz güvensizliğin ne kadar meşru olduğunu teyit etmektedir.

Ada etrafındaki hidrokarbon kaynakları konusunda açıklama yapan tarafların gözden kaçırdıkları, ya da bilerek ve isteyerek görmezden gelmeye çalıştıkları, bu alana ilişkin olarak KKTC Hükümeti’nin yayınladığı lisansların varlığı ve Türkiye’nin KKTC Devleti’ni tanıyan bir ülke olduğu gerçeğidir. Bir yandan Kıbrıslı Rumların egemenliğinden ve doğal kaynaklara ilişkin egemen haklarından bahsedenler, aynı kaynaklara ortak olduğunu söyledikleri Kıbrıs Türkleri’nin haklarını hangi meşru zemine dayanarak gözardı etmektedir? Bunu yapanlar, Kıbrıslı Türklerin egemenliği ya da egemen haklarını göz ardı ederek, yok sayarak tam bir hukuksuzluk ve adaletsizlik örneği sergilemektedirler.

“KIBRISLI TÜRKLERİN HAKLARI EGEMEN HAKLAR DEĞİL DE NEDİR?”

Doğal gaz sözkonusu olduğunda Kıbrıslı Rumların egemenliğinden, Kıbrıslı Rumlar da kendi egemenliklerinden bahsederek, bu konuyu konuşmayı dahi kabul etmezken, Kıbrıslı Türklerin doğal gaza ve doğal zenginliklere ilişkin egemen haklarını ihlal etmiyorlar mı? Bu konuda neredeyse son 10 yıldır her tür faaliyeti yapan, her tür adımı atan, lisansı veren, sismik araştırma yapan Kıbrıs Rum yönetiminin faaliyetlerini selamlarken, hiçbir ses çıkarmazken, provakatif faaliyetler olarak görmezken, Kıbrıslı Türklerin kendi haklarıyla ilgili olarak aynı nitelikte, aynı içerikte, aynı kapsamda adımlar atması üzerine bunu “provakatif” eylemler olarak tanımlayıp, üstelik de Kıbrıs Türkü’nü yok saymak için, görmezden gelmek için, Türkiye’ye sorumluluk yükleme yaklaşımı sergileyenlerin bu tutumunu Kıbrıs Türk Halkı olarak kesinlikle kabul etmiyoruz.

Kıbrıs’ın batısında devam eden çalışmalardan ziyade, Kıbrıs’ın doğusunda ve adanın güneyinde devam eden çalışmalar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin deniz yetki alanları iddiasıyla yaptığı çalışmalar değil, Kıbrıs Türk Halkı adına verilen lisanslar çerçevesinde bir şirketin yaptığı çalışmalardır. Dolayısıyla, adanın doğusunda Karpaz civarlarında ve adanın güneyinde yapılan çalışmalar bağlamında muhatap, Kıbrıs Türk Halkı ve KKTC Hükümeti’dir. Bu noktadan hareketle, Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alarak da Kıbrıs Türkleri’nin hakları yok sayılmaktadır ki, bu bizim için kabul edilebilir bir şey değildir.

Avrupa Birliği’nin her fırsatta altını çizdiği ve AB’nin üzerine tesis edildiği temel ilkelerden birisi olan demokratik ve temsiliyete sahip bir hükümet olması gereği bir kenara itilerek, adadaki bütün tarafları temsil eden demokratik bir hükümet Kıbrıs’ta yokken, hem hukuka, hem yasalara, hem de AB’nin temel ilkelerine aykırı bir biçimde sözde üye kabul ettiği bir sözde devlet ile sözde dayanışmayı gerekçe göstererek bu tür hukuksuz bir yaklaşım ortaya koyması ve Kıbrıs Türk halkının doğal kaynaklar üzerindeki haklarını yok sayması kesinlikle kabul edilmezdir. Bu durum bölge barışına ve istikrarına hizmet etmediği gibi tam aksine bölge barış ve istikrarını adaletsizliği körükleyerek tehdit eder bir noktaya vardırmaktadır.

Yine AB’nin önem verdiğini ısrarla tekrar ettiği prensiplerini tam olarak anlamamış ve içselleştirememiş olduğu anlaşılan şahsiyetlerin yakın gelecekte artık bu görevlerde olmayacaklarını bilmek memnuniyet vericidir. Umut ederiz ki bu görevlere yeni gelecek olanlar adalet, uluslararası hukuk ve hakkaniyet prensiplerine önem verirler.

YAPILAN AÇIKLAMALAR UZLAŞI ORTAMINI ZEHİRLER NİTELİKTEDİR

Bir yandan Kıbrıs adasının geleceğini her iki halkın üzerinde uzlaşarak ve iki ayrı referandumla belirleyeceği prensibini benimsemiş gibi davrananların ve bütün müzakere süreçlerini bunun üzerine kuranların, diğer yandan buna taban tabana zıt bir biçimde, deniz yetki alanları gibi, kıta sahanlığı ve doğal kaynaklar gibi yaşamsal konularda sadece bir tarafa bu adanın geleceğini belirleme şansı vermeye yönelmeleri son derece talihsiz ve kendi içinde tamamen çelişen bir yaklaşımdır.

İşbirliği çağrılarını bu kadar yıldır sürdüren, her defasında esneklik gösteren, gerçekçi ve uygulanabilir pragmatik öneriler ortaya koyan Kıbrıs Türk tarafının yapıcı yaklaşımlarına rağmen benimsenen bu çizgi ve yapılan bu açıklamalar, bu konuda oluşabilecek uzlaşı ve işbirliği ortamını da adeta zehirlemektedir. AB’nin bu son açıklamasıyla, kendisini bir mahkeme yerine koyarak, yargılayan ve karar veren bu yaklaşımı, uluslararası hukukla hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır. Uluslararası hukuk da, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku da, bu tür uyuşmazlıklarda tarafların bir an önce müzakere etmelerini ve müzakere yoluyla bir sonuç bulmalarını öngörmektedir. Ancak, sonuç bulunana kadar oluşan geçiş dönemi içerisinde taraflardan birisine, sadece birisine ayrıcalık veya avantaj sağlayacak olan yaklaşımların benimsenmesi hakkaniyet ilkelerine terstir ve kabul edilmezdir. Avrupa Birliği’nin yapmış olduğu son açıklama bu bağlamda da uluslararası hukukun bariz bir biçimde ihlali niteliğindedir.