Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay bugün Girne Üniversitesi tarafından düzenlenen “Doğu Akdeniz Enerji Politikaları ve Kıbrıs Sorununa Yansımaları” seminerine konuşmacı olarak katıldı.

Özersay’ın konuşmasının tam metni aşağıda yer almaktadır:

“Değerli misafirler;

Doğu Akdeniz bölgesi ile ilgili olarak belki çok şey söylenebilir ama biraz bunları damıtarak, daha özet bir biçimde analiz ve tespit yapma gayreti ile bu sunumu hazırladım. Birtakım görseller, haritalar, bloklar, verilen lisanslar vs. üzerinden gitmeyeceğim. Çünkü katıldığım başka toplantılarda görüyorum ki, yansıların içerisinde ve haritaların içerisinde dinleyiciler kaybolurken, analizler de bir taraftan geçip gidiyor ve kayboluyor.

Analizleri alt alta sıralamaya çalışalım. Bir kere, en başta şunu söyleme ihtiyacı hissediyorum. Bu bölgeyi yani Doğu Akdeniz bölgesini ve Kıbrıslı Türklerin bugününü ve yarınını yani geleceğini, sadece Kıbrıs sorunu ya da Kıbrıs sorununu çözmek için müzakere süreçleri üzerinden okumaktan artık vazgeçmek zorundayız. Yani öyle bir eşiğe geldik ki, bundan böyle Kıbrıs sorunu odaklı ve Kıbrıs müzakereleri ya da Kıbrıs müzakere süreçleri üzerinden, o pencereden, o perspektiften bakmaya devam edersek yapacağımız tespitler ya yanıltıcı olur, ya eksik olur, ya yetersiz olur ve dahası olur. Dolayısıyla gerek bu bölgeye, gerekse Kıbrıslı Türklerin bugününe ve geleceğine ilişkin daha sağlıklı analizler yapabilmek için, bizim artık başka bir perspektiften, Kıbrıs sorununu yok sayarak değil, Kıbrıs’da bu sorunu çözmek için var olan süreçleri yok sayarak değil ama sadece “onu” merkeze koyarak analiz yapmaktan vazgeçmemiz gerekir diye düşünüyorum.

-Mesele doğal gazın paylaşımı değil bölgesel dengeleri etkileyecek bir strateji meselesidir

Bir kere, tespitlerin birincisi, yani başta söylemek istediğim şey şu:

Doğu Akdeniz’deki bu mücadele, bazı akademisyenlerin ve bazı siyasi çevrelerin düşündüğü ve anladığı gibi bana göre en azından “bir kaynak paylaşım kavgası” değildir.

Yani “Doğal gaz ne kadardır? Bu doğal gaz işte bir miktar tespit edildi? Veya petrol de varsa, bir miktar da petrol var. Ne kadar vardır acaba? Yeterli midir? Paylaşılacak mıdır?” meselesinin çok daha ötesinde bir meseledir. Yani Doğu Akdeniz bölgesindeki mücadele, bir kaynağın veya potansiyel kaynağın paylaşılması mücadelesinden çok, aslında bu bölgede özünde jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik bir mücadeledir aslında. Yani bir kaynağın paylaşılmasına indirgenmemesi gereken, daha geriden, daha geniş bir biçimde bakılması gereken bir mücadeledir.

Hangi açıdan böyledir peki? Teker teker, bizim için son derece önemli iki aktör bağlamında alalım. Yani Kıbrıslı Türkler açısından ve Türkiye Cumhuriyeti açısından bir analiz yapmaya çalışalım. Bir kere, Türkiye Cumhuriyeti açısından aldığımızda, gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuzeyinde aslında bir kapalı deniz özelliği gösteren Karadeniz var ve oradaki deniz trafiği, özellikle boğazlardaki deniz trafiği düzenlenmiş durumdadır. Türkiye’nin Karadeniz’den dünyaya ve açık denizlere açılması zaten mümkün değil biliyorsunuz. Türkiye’nin batısını ele aldığımızda, Ege’de özellikle, evet Kurtuluş Savaşı ertesinde 1920’lerde Lozan Antlaşması ile birlikte bir denge kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlığını elde etmiştir ama batıda öyle ya da böyle özellikle çok sayıda ada Yunanistan’a kaldığı için dezavantajlı bir durum ortaya çıkmıştır ve bir anlamda Türkiye kendisini Batıdan kıskaca alınmış veya nefes alamayacağı şekilde bulmuştur. Bu Lozan Antlaşmasını yadırgadığım için söylediğim bir şey değil. Bence Lozan Antlaşması o günün şartlarında, o antlaşmayı müzakere edenler açısından son derece değerli bir antlaşmadır. O bağlamda söylemiyorum ama aradan geçen süre zarfında gördük ki, özellikle Yunanistan, adalara deniz yetki alanı verme çabası içerisine girdiği için, kendi dış sınırını, adaların dışından çizmeye kalkıştığı için Türkiye’yi bir çeşit batıdan kıskaca alan bir deniz yetki alanı sorunu yaratmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Doğu Akdeniz; Türkiye açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Jeopolitik açısında da jeostratejik açıdan da, başka açılardan da yaşamsal bir öneme sahiptir. Neden? Çünkü nefes aldığı alandır aslında Türkiye’nin bu açıdan bakın, bir an için Kıbrıs meselesi üzerinden düşünmeyelim. Açık denizlere açılabileceği alandır ve aslında burada özellikle KKTC’nin varlığı çok daha fazla, bizim düşündüğümüzden çok daha fazla bir öneme kazanmaktadır. Türkiye açısından nefes alma kapısı ya da alanı olarak görülmesi gerekir Doğu Akdeniz’in, o nedenle bu bölgede, gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin gerekirse KKTC’nin birlikte yapmaya çalıştığı şeyi doğru okuyabilmek için önemini bu açıdan değerlendirmek ve doğru kavramak gerekir diye düşünüyorum. Peki Kıbrıslı Türkler açısından Doğu Akdeniz bölgesinin veya buranın önemi nedir? Bize çözümden önce de bölgesel bir aktör olma imkanı sağlaması açısından son derece önemlidir. Yani Doğu Akdeniz bölgesinin Kıbrıs sorununun da dışında deniz yetki alanı, kaynaklar, jeostratejik önemi aslında Kıbrıs Türkü’ne Kıbrıs sorunu çözülmeden de bu bölgede nispi olarak belki daha kısıtlı ama bölgesel bir aktör olma imkanı sağlaması açısından önemlidir. Biz bugün ara bölgede veya müzakere süreçleri içerisinde, müzakerelerde müzakere eden konumu ile bir aktörüz evet doğrudur ve Kıbrıs sorununun geleceğinde potansiyel bir kurucu ortak olduğumuz için bir aktörüz ve potansiyel aktörüz. Ama bugün aktör olmamızı sağlayan, ara bölgeden çıktığımızda da aktör olmamızı sağlayabilecek olan, sadece Kıbrıs müzakeresi yaparken değil Kıbrıs müzakereleri çöktüğünde de bir aktör olmamızı sağlayabilecek olan bir meseledir aslında bu mesele. Çünkü bu bölgede Kıbrıslı Türklerin de hakkı olduğunu herkes kabul etmektedir dolayısıyla, Kıbrıslı Türklerle de bir eşikte konuşulması, görüşülmesi Kıbrıs Türkününde bu açıdan muhatap alınması gereken bir aktör olması bu son derece önemlidir. Bugüne kadar böyle bir perspektifimiz yoktu. Bu açıdan bakıldığında, Doğu Akdeniz bir o kadar daha önem arz eder bir konuma girmektedir diye düşünüyorum. Çünkü ister tanınsın ister tanınmasın, bu bölgede herkes çok iyi bilmektedir ki özellikle verilen lisanslarla ve adına yürütülen çalışmalarla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türk halkının iradesi aslında başkaları tarafından da dikkate alınması gereken bir irade durumuna dönüşmektedir bu meseleyle. Yani bu mesele olmasa böyle bir perspektif olmasa sadece Kıbrıs müzakereleri bağlamında baktığımızda, böyle bir alan Kıbrıs Türkü’nün önüne açılmayacaktı zaten. Peki başka neden önemlidir aslında Doğu Akdeniz bölgesi ve bu deniz yetki alanları tartışması? Bir kere Kıbrıslı Türkler olarak çözümden önce bizim Rum tarafının bugün içinde bulunduğu bu konforlu ve kendinden memnun statükodan memnun halini rahatsız edebilecek, statükoyu kırabilecek, statüko bağlamında Rum tarafını harekete geçirmemizi sağlayacak bir manivela, bir araç, bir koz, bir leverage olabileceği için önemlidir aslında. Doğu Akdeniz’deki bu jeostratejik öneminin artışı ve Kıbrıs Türkünün burada bir aktör olması asıl bu açıdan da bize bir imkan sağlamaktadır. Rumlar daha düne kadar Kıbrıs Türk tarafına aslında bu ve benzeri konularda çözüm dışındaki meselelerde dikkate almayan, kâle almayan, muhatap almayan bir tavır içerisindeydiler. Ama bugün baktığımızda Kıbrıs Rum liderinin evet yapmış olduğu doğalgaza ilişkin öneriyi beğenmiyoruz, doğru bulmuyoruz, adil bulmuyoruz ama doğalgaz konusunda bir öneri yapıyor olması aslında Kıbrıslı Türklerin bu konu ile ilgili dikkate alınması gereken, muhatap alma eğilimi içerisine girdiği bir aktör olduğunu gösterir. O nedenle Kıbrıslı Türklerin kapsamlı çözüm bağlamında değil sadece, kapsamlı çözüm bağlamının da dışında, kapsamlı çözüm müzakeresinin de öncesinde bir aktör olabilmesini bölgesel anlamda dikkate alınması gereken bir unsur olmasını sağlaması açısında son derece önemlidir diye düşünüyorum.

Dünya kendi üzerine düşeni yapmıyor olabilir. Kıbrıs Rum tarafını çeşitli konularda motive etmek için adım atmıyor olabilir. Ancak dünya bu adımları atmazken, Kıbrıs Rum tarafını harekete geçirmek için gerekli araçları kullanmazken, Kıbrıs Türkü’nün bu ve benzeri araçları kullanması imkanları yaratması açısından Doğu Akdeniz bölgesindeki gelişmeler önemlidir diye düşünürüm.

Ortaya koymak istediğim bir diğer önemli saptama, 2011 yılının aslında bir paradigma değişikliğini göstermesi saptamasıdır. Yani bu gelişmeler süreci içerisinde bazı şeyler gözden kaçmış olabilir. Ama özellikle vurgulamak isterim, 2011 yılıdır asıl milat olan tarih. 2011 yılıdır asıl kırılma noktası ve paradigma değişikliğine, gerçek bir politika değişikliğine gitmeye başladığımız tarih KKTC ve TC olarak. Çünkü biz 2011 yılı gelinceye kadar sadece protesto ettik. Çok güzel protesto mektupları, notaları yazdık. Farklı siyasiler, farklı Cumhurbaşkanları döneminde o noktaları da yazan biri olarak söylüyorum. Haklarımızın ne olduğunu, yapılanı nasıl protesto ettiğimizi, haklarımızın saklı olduğunu sürekli tekrar ettik. 2011 yılına kadar sadece protesto ettik. Kıbrıs Rum tarafı ise 2011 yılına gelinceye kadar, nerdeyse on yıl boyunca 2001’den Mısırla yapmış olduğu münhasır ekonomik bölge anlaşmasında 2011’e kadar on yıl boyunca bölgedeki diğer devletlerle anlaşmalar yapan, lisans veren, sahaya inen ve bölgeyi düzenleyen, yani regüle eden bir pozisyon izledi. Biz ise bunu sadece protesto ettik. Ortaya koyduğumuz pozisyon, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte şuydu: “Kardeşim bunu yapmayın, kapsamlı çözümü bekleyin zaten müzakereler devam ediyor. Kıbrıs sorunu müzakereleri bittiğinde ve Kıbrıs sorunu çözüldüğünde bu mesele de çözülmüş olacak o nedenle çözümden önce bölgedeki diğer devletlerle anlaşma yapmanız ve bizi dışlamanız doğru değildir.” biz bunu söylüyorduk sadece. Bunun karşılığında bir şey yapmıyorduk. Sadece açıklama yapıyor ve protesto ediyorduk. 2011 yılında Türkiye ile birlikte KKTC ikili bir anlaşma imzaladı. New York’da imzalandı bu anlaşma. Onun müzakeresinde ve imzasında yer almış birisi olarak özellikle altını çizmek istiyorum kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşması aslına bakarsanız içerik itibariyle çok büyük bir devrim yaratmıyordu. Yani olağan anlamda, uluslararası hukukun temel prensipleri çerçevesi kıyıları karşılıklı olan iki devlet arasında kıta sahanlığı nasıl sınırlandırılıyorsa öyle sınırlandırıyordu üç aşağı beş yukarı. Ama bu anlaşma ilk kez Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin şu mesajı vermesine neden oldu. “Bundan sonra ben de çözümü bekleyecek değilim, madem ki sen bölgedeki diğer aktörlerle uluslararası anlaşma yapıyorsun ve başka düzenlemeler yapıyorsun ben de düzenleme yapacağım. Ben de aslında sahaya ineceğim” mesajıydı bu. Dolayısıyla bu anlaşmanın ertesinde Bakanlar Kurulu’nun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde oturup blokları belirlemiş olması, burada bir miktar görünen blokları belirlemiş olması, ya da bu blokları belirledikten sonra lisans vermeye başlaması ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığıyla sözleşme yapması, gerek uluslararası anlaşma anlamında kıta sahanlığı anlaşması, gerek ulusal anlamda başka mevzuat ile lisans ile blok ilan ederek ve yasa çıkararak regüle etmeye, ulusal anlamda regüle etmeye başlaması aslında bir paradigma değişikliğiydi. 2011 yılında başlayan bir değişiklikti. Bu nedenle geçen süre zarfında deniz yetki alanlarıyla ilgili olarak belki başka şeyler de yapılabilirdi ama en azından o başka şeylerin yapılmasını sağlayacak olan Deniz Yetki Alanları Yasası çok daha önce, 2005 yılında Cumhuriyet Meclisi’nden geçti. Bu alanlarda düzenleme yapmak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kendine bir alan açtı.

– Adımlarımızla sahada denge sağlandı ve çatışma ihtimali azaldı

Bütün bu tespitleri yaptıktan sonra, yani sadece Kıbrıs meselesi perspektifinden bakılmaması gerektiği, bunun başka bir yönü olduğu, bu bölgedeki paylaşımın, sadece bir doğal gaz paylaşımı gibi algılanmaması gerektiği ve 2011 yılından itibaren aslında bir paradigma değişikliğine gittiğimizi ve yeni bir politikaya geçtiğimiz tespitini yaptıktan sonra şu saptamayla devam etmek istiyorum.

Bu adımlarla bölgenin ve aslında ortamın gerildiği, gerilim riskinin arttığı, çatışma riskinin arttığı, bunun barışçıl bir yaklaşım olmadığı söylemine hiçbir şekilde katılmadığımı vurgulamak istiyorum. Bir diğer tespitim budur. Ben geçen süre zarfında aslında sadece masada değil aynı zamanda sahada da dengeyi sağlayan, sahada da bir takım düzenlemelerle dengeyi sağlamaya başlayan Kıbrıs Türk tarafının ve Türkiye Cumhuriyetinin aslında bu adımlarının ve sahada dengeyi sağlamasının bölgesel barışa çok daha fazla katkı yapacağı kanaatindeyim ve çatışma riskini azalttığı iddiasındayım. Sebebi de şu: Biz Kıbrıs Türk tarafı olarak ve Türkiye ile birlikte eğer bu bölgede antlaşma yapmamış olsaydık, blok ilan etmeyip lisans vermemiş olsaydık, sismik araştırma yapmamış olsaydık, kazı noktasına gelmemiş olsaydık, çok büyük ihtimalle bugün hala protesto mektubu yazar konumda olacaktık. Ama Kıbrıs Rum tarafı ilerlediği için, şirketler bu bölgede yatırım yaptığı için bir süre sonra kaynaklar ve diğer bağlamda gelişmeler oldukça bu gerek bizde yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde gerekse Türkiye Cumhuriyetinde mağduriyet ve hakkının gasp edildiği hissini daha da bir kaşıyacaktı ve aslında daha farklı tepkiler vermemize neden olacaktı. Gerçek çatışma riski oradaydı. Oysa antlaşma yaparak, yasa ve yasal düzenleme yaparak ve lisans vererek sahada durumu dengelediğimiz oranda biz kendimizi daha rahat hissetmeye başladık. Ve aslında çatışma riski bana göre azalmış durumdadır. Üstelik Kıbrıs Rum tarafı için de aynı şey geçerlidir. Kıbrıs Rum eğer tarafı bu ortamda bizim hiçbir şey yapmadığımızı sadece protesto ettiğimizi gözlemlemiş olsaydı ve tavrımızı değiştirmemiş olsaydık daha fazlasını gasp etmek için daha fazla adımlar attığında çatışma riski daha da artacaktı. O nedenle basite indirgenmiş bir biçimde: “Efendim gemileri gönderdiniz buraya, gemiler geldi, dolayısıyla bu bölgede çatışma riski arttı demek kolaycılığa kaçmaktan başka bir şey değildir ve yanlış bir analizdir. Doğru olan bu dengenin kendisinin yarattığı istikrardır. Bu dengenin kendisi bölgesel, nisbi bir istikrar yaratmış durumdadır.

Bir diğer saptama, zaman zaman sorulan bir soru üzerinden yapmak istediğim saptamadır. Münhasır Ekonomik Bölge ilan etti Kıbrıslı Rumlar. Kıbrıslı Rumlar Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yapıyorlar. “İyi de kardeşim biz niye ilan etmiyoruz? Biz neden Türkiye ile Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yapmadık” şeklinde sorular zaman zaman ortaya konuluyor. Doğal bir reflekstir bu, ama bana göre haklı değildir çünkü bu iki kavramı doğru bilerek hareket etmek lazım. Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmediği sürece yoktur. Yani “ipso facto” bir hak değildir. Yani kendiliğinden var olan bir hak veya deniz yetki alanı değildir. İlan etmediğiniz sürece öyle bir alanınız yoktur. Ama kıta sahanlığı öyle değil. Kıta sahanlığı ipso facto ve ab initio bir haktır. Yani ta en baştan itibaren ordadır ilan etmeseniz bile – siz devlet olarak doğduğunuz andan itibaren ordadır – ve ilan etmeseniz bile kıta sahanlığınız zaten vardır. Bunun uzunluğunun, alanının ne olduğu bir anlaşmaya tabii olabilir ama kendiliğinden var olan bir haktır kıta sahanlığı ve TC ile KKTC arasındaki alana, büyüklüğe baktığımızda neyi görürüz? Aslında herhangi bir şekilde Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesek de, Türkiye ile bir anlaşma yapmasak da biz zaten kıta sahanlığı sınırlandırması yaptık. Deniz alanı ve su alanını ilgilendiren bir şey değil belki kıta sahanlığı ama esasen kıta sahanlığı ve bu aramızdaki mesafe bizim açımızdan çok daha fazla egemen yetkiler kullanabileceğimiz bir egemenlik alanıdır. Münhasır Ekonomik Bölge başka devletlerle yetkiyi paylaştığınız, başka devletlerin de o Münhasır Ekonomik Bölge alanı içerisinde faaliyet gösterebileceği bir alandır ama kıta sahanlığı öyle bir alan değildir. Çok daha fazla egemen olabileceğiniz bir alandır. Dolayısı ile o anlamda bir rahatlığımız olduğunu, bu açıdan bir şeyi kaçırdığımızı düşünmediğimizi bilmenizi isterim.
Bir diğer önemli husus kuşkusuz son günlerde kamuoyuna yansıyan, Türkiye ile Libya arasında yapılmış olan “Deniz Yetki Alanı Sınırlandırma Mutabakatı”dır. Buna ilişkin çok farklı yorumlar yapıldı. Biz kendi değerlendirmemizi kamuoyu ile paylaştık. Burada da kısaca vurgulamak istiyorum. Bir kere Doğu Akdeniz bölgesi sadece Kıbrıs adasının böyle batısından doğusuna kadar Suriye, Lübnan, İsrail’e kadar olan kısım değil. Çok daha geniş bir bölgedir Doğu Akdeniz bölgesi. Dolayısıyla Türkiye’nin Libya ile yapmış olduğu anlaşma Doğu Akdeniz havzasını bir büyük havza olarak alırsanız Doğu Akdeniz Havzasının batısına ilişkin bir düzenlemedir. Doğu Akdeniz Havzası’nın doğusuna ilişkin düzenlemeleri az önce anlattım. Dolayısı ile Doğu Akdeniz’in doğusuna ilişkin olarak gerek uluslararası anlaşma, gerek lisans verme, gerek saha belirleme, gerekse başka bazı yasal düzenlemeleri zaten yapmış durumdaydık ve zaten yapmaktayız şu anda, ama bunu dengeleyecek paralel bir adımdır Doğu Akdeniz havzasının batısına ilişkin Türkiye ile Libya arasında yapılmış olan antlaşma. Bu bağlamda kritik bir önemi vardır, çünkü Rum tarafının Yunanistanla, Mısırla ve İsraille son dönemde geliştirmiş olduğu bölgesel, biraz da düşmanca olan işbirliğine karşı o alanı kesintiye uğratan, o alanın bütünlüğünü bölen, Libya ile Türkiye arasında yaratılmış olan bir deniz yetki alanı sahasıdır. Bu açıdan son derece önemlidir, çünkü Yunanistan, özellikle Meis adası ama genel anlamda pek çok adanın sanki bir ayrı devlet gibiymişler gibi kendi deniz yetki alanlara olması gerektiğini savunuyor. Oysa sınırlı bir yetkiye sahip olması gerektiği özellikle kendisi bir devlet olmayan bir devletin adası durumunda olan adaların, deniz yetki alanlarının ya sınırlı olması gerektiği ya da sadece belirli konularda deniz yetki alanına sahip olması gerektiği uluslararası hukukta kabul görmüş bir uygulamadır. Eğer Yunanistan benim binlerce adam var her bir adayla ilgili olarak kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, karasuyu ve benzeri deniz yetki alanlarım vardır demeye kalkarsa değil Ege’yi, değil Doğu Akdeniz’i Avrupa’nın yarısını, Akdeniz’in büyük bir bölümünü Yunanistan işgal eder konuma girer zaten böyle bir yaklaşım ne adildir ne de uluslararası hukukta zaten yeri vardır.

Değerli misafirler, konuşmam biraz uzundur belki başta söylemem gerekirdi ama mesele derindir. O nedenle bu meseleyle ilgili olarak belli bazı ana tespitleri yapmak bence son derece önemli. Bunları yapalım. Ondan sonra da sorular varsa bunları elimizden geldiğince cevaplandırmaya çalışalım. Şimdi bir diğer saptama doğal gaz faaliyetleri ile bu bölgedeki çalışmalarla ilgili biraz geriye çekilip baktığımzda ne görürürüz. Bir kere 2000 li yılların öncesine göre;

1-Aktörlerin değiştiğini ve çeşitlendiğini görürüz.

2- İhtiyaçların değiştiğini ve çeşitlendiğini görürüz.

3- Diğer tarafları caydırmaya dönük olan adımların ve

4- Tedbirlerin değiştiğini ve çeşitlendiğini görürüz.

Örnek; bir kere aktörlerin değiştiği aşikar. Bugün artık sadece devletlerin bir aktör olarak rol aldığı ya da uluslararası örgütlerin bir aktör olarak rol aldığı Kıbrıs Sorunu ekseninden çıkıyoruz bunun içerisinden uluslararası şirketlerin de yer aldığı daha farklı aktörlerin bulunduğu başka bir oyun sahasına doğru gidiyoruz. Dolaysıyla uluslararası şirketleri de normal gündelik yaşamımızdaki özel şirket gibi algılamamak gerekir bunu da gözden kaçırmamak gerekir. Bugün Amerikan Dış Politikasında temel felsefe eğer bir Amerikan şirketi uluslararası alanda bir yatırım yapıyorsa o yatırımın güvenliği o yatırımın maksimize edilmesi haklarının ve menfaatlerinin korunması Amerikan dış politikasının en temel prensibi olarak ortaya konulmaktadır. Bugün İtalyan şirketi ENI’nin hisse senetlerinin büyük kısmı İtalyan hükümetine aittir. Bugün Fransız TOTAL şirketi uluslararası alanlarda yaptığı yatırımlarda her problemli meselede yanında Fransız hükümetini bulmaktadır. Dolaysıyla hem devletler aktördür hem uluslararası petrol ve doğal gaz şirketleri aktördür hem de onların devletlerle önemli ölçüde organik ilişkileri vardır. Dolaysıyla bu yeni durumu analiz ederken bunu gözden kaçırmamak gerekir.

İki, ihtiyaçlarda bir değişme ortaya çıkmıştır ve bu gelişmelerle dedim. Neyi kastediyorum. Bir kere eğer bu yönden gelişmeler olmamış olsaydı bizim veya Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kazı yapma yani “drilling” gemisine ihtiyacımız olmayacaktı değil mi? Son derece pahalı olan, çok önemli bir yatırım, bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı bu yeni durumla birlikte ama şunu da unutmayalım dünyanın başka devletlerinde üstelik denize bu kadar çok teması olan pek çok devlette, bu tür araçlar enstrümanlar varken Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle enstrümanı yoktu. Ve aynen 1974’te Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarma gemisi yokken karşılaştığı sorun gibi ihtiyaç Türkiye’yi çıkarma gemisi sahibi yaptığı gibi, bugün de ihtiyaç Türkiye’yi aslında birden fazla kazı gemisi sahibi yapmıştır. Bunu çok fazla kullanmak istemiyorum ama bu dönemki tavırları itibarıyla en azından söyleyebilirim. Kıbrıs Rum tarafı kötü komşu olarak Türkiye’yi de bizi de ev sahibi yapmıştır aslında. Bizi haklarımıza sahip çıkma bağlamında uyanmamız sebebiyle ev sahibi yapmıştır. Türkiye’yi hem haklarına sahip çıkması hem de buna benzer yeni ihtiyaçlar bağlamında yeni yatırımlar yapması bakımından mal sahibi yapmıştır, ev sahibi yapmıştır.

Bir diğer nokta; bu gemilere ayni zamanda eşlik edecek olan, bu bölgede sorunlu bölgelerde kruvazör de dahil olmak üzere birtakım savaş gemilerinin bu gemilere kazılar ve araştırmalar sırasında eşlik ettiğini görmeye başladık. Yeni ihtiyaçlar gelişmeye başladı. Ve bu gemilerin ayni zamanda ikmal ve benzeri yakıt ve benzeri ikmallerinin yapılabilmesi bir ihtiyaç olarak çıkmaya başladı bu bölgede. Yani bunu bir çatışmacı unsur olarak almayın. Ayni zamanda bu kazıların yürütülebilmesi için pek çok devletin yaptığı şöyle bir şey var: Bu sismik araştırmalar ve kazılar yapılırken bunları detaylı bir şekilde gözlemleyecek olan insansız hava araçları ihtiyacı ortaya çıkmaya başladı. Ve dünyanın pek çok bölgesinde ve bu bölgede de insansız hava araçlarıyla sürdürülen çalışmalar yakından takip edilmeye, hem istihbarat açısından hem güvenlik açısından kruvazör gemileriyle desteklenmeye, onların ikmal ihtiyaçları gündeme gelmeye, İHA benzeri ihtiyaçlar gündeme gelmeye başladı ki Kıbrıs Rum tarafı İsrail’den insansız hava araçları satın alma yoluna gitti. Ve satın da aldı. İHA satın aldı Kıbrıs Rum tarafı. Hem kendi ilan ettiği bölgeler içerisindeki çalışmaları hem de kendine göre kendinin saydığı bölgeler içerisindeki çalışmaları izlemeye çalışıyor şu anda.

İHA satın aldı Kıbrıs Rum tarafı ve hem kendi ilan ettiği bölgeler içerisindeki çalışmaları hem de kendine göre kendinin saydığı bölgeler içerisindeki çalışmaları izlemeye çalışıyor şu anda.

TC’de insansız hava araçlarını bu bağlamda kullanıyor. Mesafeler nedeniyle çok fazla efektif kullanamıyor olabilir. İHA denilen İnsansız hava araçları meselesi mesela bu gelişmelerle yeni bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış durumdadır. Bir diğer nokta, caydırmaya dönük tedbirlerde kendi içinde değişmeye başlamıştır bu yüzyılda. Örnek, Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Rum yönetimi biz bu adımları atmaya kalkıştığımızda, unutmuşuzdur muhtemelen ama hatırlatayım. Bu araştırmalara katılacak olan kişileri tutuklayacağını açıklamıştı, ne oldu? Tutuklayabildi mi? Bir şey yapabildi mi? Söylediği ve yapabildiği bağlamında analizler önemlidir. Kıbrıs Rum tarafı bu konuda bir sonuç elde edemedi. Çünkü aslında uygulayabileceği bir tedbirden bahsetmiyordu. Bir başka örnek vereyim ama. Bu bölgeye yatırım yapacak olan Petrol ve doğal gaz şirketlerinin bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti’nde yatırım yapamayacağı, ihalelere giremeyeceği ve kazı yapamayacağına ilişkin Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığı düzeyinde bazı uyarılar gelmişti. Bu politikayı, biz Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte konuşarak tasarladık. Sonuç belki görünmedi, çünkü biz sadece açıkta olan ve görünene bakıyoruz. Mesela ENI’nin, EXON Mobilin, TOTAL’in geldiğine bakıyoruz ama mesela sayabileceğim başka pek çok şirketin gelmediğini görmüyoruz. Gelmemelerinin sebebi aslında ortaya konulan bu karşı tedbirdir. En son yaşadığımız örnek bir süre önce İtalyan ENI şirketi eğer bu bölgede bu şekilde bir tartışmalı durum devam ederse bu bölgede kazı yapmaktan imtina edeceğini yani kazı yapmayacağını açıklamıştır. Bu işte 21. Yüzyılın yeni caydırıcı tekniklerinden bir tanesidir. Güç kullanma bağlamında söylemiyorum ama az önce verdiğim örnekler bağlamında söylüyorum. Doğu Akdeniz bölgesinde değil ama genelde dünyanın farklı bölgelerinde ideal olan nedir? İdeal olan silahlı çatışma, gerginlik, karşı tedbirler almak da değil. İdeal olan bölgesel işbirliği yapmaktır. Kıbrıs adası özelinde ve etrafında, genel anlamda Doğu Akdeniz bölgesinde doğal gaz konusunda işbirliği yapılması ideal olandır. Bu ideal olanı gerçekten, gerçekleşebilir mi diye test etmek gerekir. Gelin şimdi teorik olarak bir tez ortaya koyalım. Bölgesel işbirliği nasıl ve ne zaman oluru bir analiz edelim ve doğal gaz konusunda bu mümkün mü değil mi bu kuralları ona uygulayalım. Birincisi, bölgesel bir işbirliği iyi bir şey midir? Evet, iyi bir şeydir. Neden? Çünkü eğer bölgesel aktörler birbirleri ile işbirliği yaparlarsa zaman içerisinde birbirlerine muhtaç hale gelirler, karşılıklı bağımlılık ilişkisi gelişir, yani ‘interdependence’ denen şey gelişir ve karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olan aktörler kolay kolay birbirleri ile kavga etmezler, çatışmazlar, kolay kolay savaş içerisine de girmezler. Yani ‘interdependence’ denilen karşılıklı bağımlılıkla çatışma riskini daha da azaltmak mümkündür. Peki, bölgesel işbirliği ile bu karşılıklı bağımlılığı nasıl yaratabilirsiniz? Normal şartlarda bölgesel işbirliği olabilmesi için 3 tane temel unsura ihtiyaç vardır. Bunlardan birincisi bu işbirliğini yapması beklenen aktörlerin, gerçekten bu konuda bir isteklerinin, bir niyetlerinin, bir iradelerinin olmasıdır. Gerçekten bu yönde bir isteğe yani işbirliği yapma isteğine ihtiyaç vardır. Bir diğeri üzerinde işbirliği yapılacak bir şeye ihtiyaç vardır. Ne konuda işbirliği yapacaksınız? Hangi konuda? Bir mesele, bir unsur olması gerekir üzerinde işbirliği yapabileceğiniz. Bir diğeri de işbirliği yapacak olan aktörlerin birbirleri ile diyalog kurmasının önünde engel olmaması gerekir. Eğer engel varsa da pragmatik yaklaşabilmek gerekir. Şimdi bu teorik çerçeve bakıldığı zaman işbirliği yapma yönünde bölgesel aktörlerin -birinci unsur – bu yönde bir iradesinin olması açısından baktığımızda ne neden olabilir buna? Ortak menfaat neden olabilir. Yani ortak çıkar. Her iki taraf da işbirliği yaptığında bunun kendisinin yararına, kendisinin menfaatine olacağına telaki eder ve değerlendirirse, işbirliği yapılması mümkün olur. Ama birde, çok istekli olmayan aktörlerin zaman zaman şartlar kendilerini zorladığı için işbirliği yaptığı örnekler vardır. Bu işte taraflardan birini zorlayarak da işbirliğine yönlendirmek mümkündür cümlesine bizi getirir.

İkinci temel unsur üzerinde işbirliği yapılacak olan bir şeye ihtiyaç var. Bizim elimizde böyle bir şey var mı? Var. Doğal gaz, elektrik, turizm, ekonomi, ulaştırma, uluslararası yasa dışı göç, insan kaçakçılığı ve uluslararası terörizme karşı mücadele konularını sıralayabilirim.

İstedikten sonra Doğu Akdeniz bölgesinde işbirliği yapılmasına dönük unsurlar mevcuttur. Tabii ki bu ideal olandır. Doğu Akdeniz bölgesindeki fiili durum nedir? Arazideki durum nedir?
Fiili durum biraz problemlidir. Doğu Akdeniz bölgesinde bir tanımama fenomeni ile karşı karşıyayız. Nasıl? Filistin Devletini İsrail tanımamaktadır. İsrail’i de Filistin Devleti tanımamaktadır aslında. Arap ülkeleri İsrail’i devlet olarak tanımamakta, İsrail de onlara karşı mesafeli durmakta, ama mesala diğer taraftan Mısır ile elektrik alışverişi yapmaktadır, İsrail ve Mısır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kıbrıslı Rumların yönetimindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyetini tanımamakta vice versa aynı yapı, devlet yapılanması Güney’deki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamakta, Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıslı Rumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyetini tanımamaktadır. Bu kadar tanımama ilişkisinin olduğu bir ortamda işbirliği o zaman nasıl yapılacaktır dediğinizde bir soru işareti akla gelir.

Şimdi bunun yapılabilmesi için o üçüncü unsur devreye girmelidir. Yani bu işbirliğinin önündeki engelleri ortadan kaldıracak pragmatic yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Pragmatik yaklaşımlar yani belli bazı esnekliklerin gösterilmesidir. Somut bir örnek üzerinden gidecek olursak, 2011 yılında Kıbrıs Rum tarafında yaşanan patlamadan, Mari patlamasından sonra Rum tarafında bütün elektrik sistemi çökmüştü biliyorsunuz. Rum tarafında bu çöken bu elektrik sistemiyle birlikte, küçük işletmeler de dahil olmak üzere, bakkallar, marketler de dahil olmak üzere dondurmalardan donmuş balıklara kadar herşey erimeye başlamıştı. Yani acil bir elektrik ihtiyacı ortaya çıkmıştı.

Yani işbirliğini mümkün kılacak bir ihtiyaç, işbirliği yaparsam bu benim ihtiyacımdır işbirliği yapmam gerekir durumunu ortaya çıkarmıştır. 2011 de Kıbrıs Rum tarafının elektriğe, acil ihtiyacı vardı ve hemen alabileceği bir yer de yoktu. Dolayısıyle 1.unsur kendiliğinden ortaya çıktı.

2.temel unsur peki işbirliği yapılabilecek olan elektrik var mıydı? Evet KKTC’nin ürettiği elektrik, aynı zamanda Kıbrıs Rum tarafına da verilebilecek düzeydeydi. Yani bizim elektrik bağlamında böyle bir kapasitemiz vardı. İşbirliği yapılabilecek olan bir meta, bir unsur da vardı ortada 2011’de. Ama, aması önemli bir başka engel orda duruyordu. Kıbrıs Rum tarafı ilk yaptığımız temaslarda, ki o temasların içerisinde olan birisi olarak söylüyorum bize, bizden elektrik satın alamayacağını çünkü bizim elektrik kurumumuzun bir kamu kurumu olduğunu, KKTC’ni tanımadığı için KIBTEK’ten doğrudan elektrik alamayacağını söyledi. Biz KKTC olarak o dönemde şunu demiş olsaydık, tamam madem öyle siz bilirsiniz, biz sadece KIBTEK üzerinden satarız nokta, bitti demiş olsaydık, pragmatik , yaklaşım ortaya koymamış olsaydık, gerekli esnekliği göstermemiş olsaydık, o tarihte Kıbrıs Rum tarafına elektrik satılamayacaktı.

Ne yaptık, peki dedik, size Kıbrıs Türk Ticaret Odası üzerinden elektriği satalım dedik. Sanki elektriği üreten Kıbrıs Türk Ticaret Odasısıymış gibi, Ticaret Odası Rum tarafına sattı değerli arkadaşlar. Ama KTTO, Kıbrıs Rum elektrik kurumuna da satmadı. Rum tarafından bir şahsa sattı adeta, bir şahsın hesabından para KTTO’na havale edildi, oradan Elektrik Kurumuna aktarıldı. Bu şekilde pragmatik bir yaklaşımla, Rum tarafı ben sizi tanımıyorum, nasıl işbirliği yapayım kardeşim derken, tanımadan da bu işbirliğini yapabiliriz, biz size elektriği satarız, biz de esneklik gösteririz dediğimizde, sorun çözüldü. Ve elektrik tariff ettiğim şekilde sanki bir Kıbrıslı Rum, KTTO’dan elektrik satın alıyormuş gibi, elektirik satın alındı.

Sonra ne oldu biliyormusunuz? Unutuyoruz ve bütünlemiyoruz resmi, gelin resmi bütünleyelim. Geçen süre zarfında taraflar arasında diyalog devam etti. Ve bugün geldiğimiz noktada, elektrik konusunda kurumsallaşmış bir işbirliği ortaya çıktı. Çünkü iki taraf arasında enterkonnekte bir ilişki var şuanda. Kıbrıs Rum tarafı eğer isterse Kıbrıs Türk tarafından, Kıbrıs Türk tarafı da eğer isterse Kıbrıs Rum tarafından çok daha otomatik ve seri bir biçimde eğer ihtiyaç hissedese elektrik satın alabilir durumdadır. Kurumsallaşmış bir işbirliği var şu anda. Enterkonnekte ilişki kurulmuş durumdadır. Ha bugün satın almayız döviz farkından pahalıya gelir o ayrı konu.

Veya onların ihtiyacı yoktur bugün bizden satın almazlar, bizde daha pahalıdır o ayrı bir konu. Ama dediğim gibi bu kurumsallaşmış bir ilişkiyi beraberinde getirdi.

– Çıkış yolu doğal gazda bölgesel işbirliğini geliştirmektir

Değerli misafirler her yapılan işbirliği olumludur denilemez belki. Kıbrıs Rum tarafı Doğu Akdeniz bölgesinde az önce de bahsettiğim gibi Mısırla, İsrail ile, Yunanistanla başka işbirliğine gitmeye başladı. Ama burada dışlayıcı bir yaklaşım ortaya konduğu için, dahil edici bir yaklaşım ortaya konmadığı için, özellikle bizim tarafımızdan ve Türkiye tarafından biraz düşmanca algılandı yapmış oldukları işbirliği ve halihazırda da başka bazı sıkıntılara neden oldu. Söylemeye çalıştığım şey şudur, işbirliğine dayalı olarak, doğal gaz konusunda bu bölgede, bölgesel bir barışın ve istikrarın desteklenmesi imkansız değildir.

Zordur ama imkansız değildir. İşbirliği yapılabileceği, enerji konularında işbirliği yapılabileceği, elektrik örneğiyle somut bir biçimde oradadır ve unsurlar da oradadır. Peki bir an için Kıbrıs Rum tarafının böyle bir işbirliği yapması ihtiyacı nereden doğacak diye kendi kendimize sorarsak cevabınız ne olur? Yani elektrikte ihtiyacı vardı işbirliği yaptı. Doğal gaz konusunda neden işbirliği yapsın ki? İşin aslı, bizde bugün dünyanın kabul ettiği bir devlet olsak Kıbrıs’ın tamamını temsil eden, biz de bugün Avrupa Birliği’nin tam üyesi olsak Kıbrıs Rum tarafı Avrupa Birliği’nin dışında olsa, biz de bugün doğal gazı tek başımıza çıkarabilecek şekilde dünyadan böyle bir muamele görsek büyük bir ihtimalle Kıbrıslı Rumlar ile doğal gaz konusunda işbirliği yapmaz, bu ilişkiye girmeyiz.

Dolayısı ile Kıbrıslı Rumları bu konuda adım atmaya teşvik edecek olan ya uluslararası aktörlerdir” doğal gaz konusunda artık daha ileriye gidebilmeniz için Kıbrıslı Türkler ile de oturup anlaşmanız gerekir” diyerek bir conditionality prensibi ile ya uluslararası aktörler bir adım atacaktır ya da uluslararası aktörler adım atmazsa benim en başta tarif etmeye çalıştığım gibi gerek yapacağımız uluslararası anlaşmalarla gerek bölgede atacağımız diğer adımlarla yani kazı ve benzeri çalışmalar ve diğer yasal düzenlemelerle, kendi elimizdeki kendi leveragemizi kullanıp Kıbrıs Rum tarafında bu ihtiyacı belki de doğuracak olan, yaratacak olan bizleriz. 2004 yılında Kıbrıs Rum tarafının Avrupa Birliği’ne girişi eşiğinde kaçırılmış olan bir fırsat vardır.

Eğer uluslararası toplum gerçekten bu bölgede bölgesel bir işbirliğinin gelişmesini istiyorsa, Kıbrıs sorununa orta uzun vadede katkı yapacak şekilde taraflar arasında bir işbirliğinin gerçekleşmesini istiyorsa, yapması gereken şeyler ortadadır zaten. Ama bir an için gerek dünyadan gelecek mesajlar nedeniyle gerekse KKTC ve TC’nin atacağı adımlarla Rum tarafının bu işbirliğini yapmaya hazır hale geldiğini varsayalım. Doğal gaz konusunda sizinle işbirliğine hazırız dediklerini varsayalım. Acaba daha önce elektrik konusunda yaşadığımız gibi bir sıkıntı yaşar mıyız? Yani “nerede ve nasıl yapacağız, birbirimizi tanımazken bu işbirliğini nasıl yapacağız” sorusunun cevabını vermek zorundayız. Bu açıdan baktığımızda pragmatik yaklaşımlar muhteliftir değerli arkadaşlar. Nasıl muhteliftir? Bir kere iki taraf bugün farklı konularda işbirliği yapmak için komiteler kurmuş durumdadır ve teknik komite düzeyinde farklı konularda işbirliği yapılabilmektedir. “Neden o zaman doğal gaz konusunda bu yapılamasın” sorusu orada durmaktadır birinci seçenek olarak.

Bir diğeri, tüm ilgili aktörlerin katılacağı akademik değil yalnız, sonuç verici, düzenleyici bir konferans yapılmasıdır. Nasıl ki Kıbrıs sorununu çözmek için Kıbrıs konferansı düzenliyoruz ve bu konferansta birbirini tanımayan Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıslı Rumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı Rumların tanımadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı toplum lideri olarak aynı platformda bir araya gelebiliyoruz aslında Kıbrıs’ta kapsamlı çözümü bulmak için değil sadece bölgesel işbirliği yapmak ve bu bölgesel konuları ele almak üzere uluslararası bir toplantıda bir araya gelebiliriz. Bu bir diğer muhtelif yöntem olarak karşımızda durmaktadır.

Bir üçüncü yöntem pragmatik yöntem, şirketler üzerinden bu işbirliğinin yapılmasıdır. Şirketler üzerinden bu işbirliğinin yapılmasının modelleri muhteliftir. Yani bugün örneğin bir şirket bizim tarafımızdan yetkilendirilmiş durumdadır Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı. Bir başka şirket Exxonmobil Kıbrıs Rum tarafınca yetkilendirilmiş durumdadır. Ne için? Burada araştırma yapması ve kazı yapması için. Ama bu konularda bizim adımıza bir takım diyaloglar içerisine girip bilgi paylaşımı yapmak ve bazı konularda görüşme yapmak üzere de şirketler yetkilendirilebilir. Böylece şirketler kendi aralarında oturup bu konuları ilgili aktörler adına konuşabilir. Bu başka alternatiftir. Bir diğer şirket alternatifi, aynı şirket tarafların her ikisiyle de sözleşme yaparak aynı alanda çok daha meşru bir çalışma yürütebilir iki tarafında hakları gasp edilmiş olmaz böylece. Örneğin, bugün Exxonmobil’in 10. Parsel içerisinde atmış olduğu adım, Kıbrıs Rumlarla bir sözleşmesi vardır, yarın Exxonmobil Kıbrıslı Türklerle de bir sözleşme yaparsa benzer bölge için ya da Exxonmobil’in ortağı konumundaki Katar Petrolium Kıbrıs Türklerle bir sözleşme yaparsa gayet şirketler üzerinden bir işbirliğini hayata geçirmeye başlayabiliriz. Şimdi belki elimizde dünyanın yardımı olmaksızın uluslararası aktörlerin adım atması olmaksızın, Kıbrıslı Rumları paylaşmaya dayalı bir federal ortaklığa ikna edecek enstrümanlar bugün yok. Ama elimizde bugün Kıbrıslı Rumları işbirliğine dayalı olarak bizimle diyalog kurmaya zorlayacak enstrümanlar vardır. Zaten bu enstrümanlar da şu anda bizzat kullanılmaktadır. Son noktaya geldim inanması güç gerçi bu kadar süreden sonra ama evet son noktaya geldim ve bence aslında önemli. Enver kaptan ben ona öyle hitap ediyorum çünkü benim eski çalışma arkadaşımdır. Başka kaptan arkadaşlarımız da vardır salonda onlarda eski çalışma arkadaşımdır ama Annan Planı müzakerelerinde denizcilik yasalarını birlikte müzakere ettik ara bölgede. Ve az önce yaptığı konuşmada bazı tespitlerde bulundu, ona dair bende kendi tecrübemi paylaşmak istiyorum.

2004 yılında Annan Planı son aşamaya geldiğinde İsviçre’ye gittik. Annan Planı’nın son müzakeresini yapmak üzere Bürgenstock’a gittik. Bir dağın tepesine bizi götürüp kapattılar ve orada yaklaşık olarak bir hafta, on gün boyunca müzakere ettik. Orada yaşanan en önemli tartışmalardan birisi neydi biliyor musunuz? 2001 yılında Kıbrıs Rum tarafı ile Mısır arasında yapılan Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması, Annan Planı’nın ekinde yer alacak mı yer almayacak mı tartışması. En önemli tartışmalardan birisiydi. 2004 yılında, Bürgenstock’ta kavgalara, tartışmalara neden olan en önemli husus, 2001 Mısır – Rum tarafı Anlaşması Annan Planı’nın ekinde yer alacak mı almayacak mı tartışmasıydı. Uluslararası anlaşmalar Komitesi’nin o dönemki başkanı olarak Annan Planı’nda şöyle bir mesele vardı. Hem Kıbrıs Rum tarafının çözümden önce yaptığı uluslararası anlaşmalar – çözüme ters olmamak kaydı ile – hem Kıbrıs Türk tarafının çözümden önce yaptığı uluslararası anlaşmalar – çözüme ters olmamak kaydı ile – Annan Planı’nın arkasına beşinci ek olarak eklenecekti ve ondan sonra da referandumdan geçerse yeni ortaya çıkacak olan Birleşik Kıbrıs’ın Anlaşmaları haline dönüşecekti. Hem bizim geçmişte yaptığımız anlaşmalar, hem Kıbrıs Rumların geçmişte yaptığı anlaşmalar. Ve o anlaşma listesinin içerisine Kıbrıs Rum tarafı, Mısır’la yapmış olduğu Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasını getirdiğinde, orada tartışma çıktı. Neden? Çünkü Türkiye, “Orada benim de hakkım var, bana sormadan belirlediniz bu alanı, örtüşen alanlar var, ben bunu Annan Planı’nın arkasına ekleyip de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçiremem” pozisyonunu ortaya koydu. Tartışma ciddi anlamda büyüdü. Günün sonunda ne oldu? Annan Planı’nın arkasındaki anlaşmalar listesinde o anlaşmaya bir atıf yapıldı ama üzerine bir footnote konuldu ve “Bu anlaşmanın burada yer alıyor olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu anlaşmayı kabul ettiği anlamına gelmez” maddesi ile kriz aşıldı. Neden anlattım bunu? Bizim çok önem vermediğimiz, hafife aldığımız bazı konular, Kıbrıs’ta işte başlıkta söylendi ya “Kıbrıs sorununa etkileri” gibisinden… Aslında çok yaşamsal öneme sahip olabiliyor. 2004 yılında Annan Planı reddedildi ve Enver Kaptan’ın dediği gibi Kıbrıs Rum tarafı Avrupa Birliği’ne alındı. O dönemde bir akademisyen olarak, tam 15 yıl önce bir makale yazdım. “Annan Planı Dönemindeki Deniz Yetki Alanları Meselesi”. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinde. Makalenin sonunu dün akşam çıkarıp tekrar okudum. İki tane husus, iki öneri ile bitiyor o dönemde yazdığım makale.

  • Doğu Akdeniz Bölgesi’ni sahada fiilen, etkin ve fiili kontrol sağlayıp bir an önce düzenlenmemiz gerekir. 15 yıl önce sebebi de sizin söylediğinizdir açıklayacağım şimdi.
  • 2- Bir an önce bu bölgede bizim de artık o eski paradigmayı bırakıp, Türkiye ile anlaşmalar yapmamız gerekir ki, olası yeni ortaklıkta biz Rum tarafının yaptığı anlaşmalara tabi olmayalım. Biz de anlaşma yapalım.

Yani, hem uluslararası anlaşma yapma, hem yasa yapma, hem de bölgede etkin ve fiili kontrol sağlamak zorundayız demiştik 2004 yılında elde ettiğimiz tecrübe ile.

2004 yılında. 15 yıl önce. Neden? Çünkü, Avrupa Birliği’ne Kıbrıs Rum tarafı alındığında “Avrupa Birliği hukuku Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Hükümeti’nin etkin ve fiili kontrol uygulamadığı alanlarda askıya alınmıştır” diye bir cümle içeriyordu. “EU law is suspended in areas in which the Government of the Republic of Cyprus does not exercise effective control” diyordu.

AB hukukun birincil hukukudur şu anda, Katılım Anlaşması’nın içerisindeki cümledir. Yani, aslında burası “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni biz bütünen aldık da burası Kıbrıs Cumhuriyeti’nin deniz yetki alanlarıdır” diyorsa da Kaptan’ın dediği gibi aynı zamanda kendi bir itirafta bulunuyordu AB hukuku. Diyordu ki, “Etkin kontrol uygulayamadığı yani Kıbrıs Rum hükümetinin etkin kontrol uygulayamadığı alanlarda AB hukuku askıdadır. AB’ye aldık ama AB hukuku buralarda askıdadır ve Kıbrıs Hükümeti buralardan sorumlu değil” diyor Katılım Anlaşması, askıda olduğu için. “Sorumluluğu ona yükleyemem” diyor. Bunun sonucu nedir biliyor musunuz? Bu bölgeleri biz, etkin ve fiili kontrolle düzenlediğimiz, denetlediğimiz, burada sahada olduğumuz sürece AB hukuku orada askıdadır. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin de orada bir yetkisi falan da yoktur. Zaten, 15 yılda geldiğimiz nokta gerçekten de bu bölgeyi düzenler konuma girmiş olmamızdır. Özetle, bugün ülkemizde Kıbrıs’ta kapsamlı çözüm bağlamında da tartışmalar yapılıyor. Kıbrıs’ta federal bir ortaklık mümkün mü değil mi, başka türlü bir ortaklık mümkün mü değil mi tartışmalarını yaşıyoruz. Daha da yoğun bir biçimde muhtemelen yaşayacağız. Bugün söylenen bazı fikirler, “ e bu nerden çıktı?” diye, biraz yabancılaşıp, burun kıvrılan fikirler olabilir ama 15 yıl sonra, “Fena fikirler değilmiş gerçekten de” denilebilir.”