Dışişleri Bakanı Özdil Nami, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen “Kıbrıs Müzakereleri” temalı konferansta bir konuşma yaptı.

Dışişleri Bakanı Özdil Nami, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen “Kıbrıs Müzakereleri” temalı konferansta bir konuşma yaptı.

“Kıbrıs sorunu 50 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Bu süre zarfında, belki bir evresinde belki de tümüyle hayatlarınıza mutlaka bir şekilde dokunmuştur. Ailelerinizde Kıbrıs’ta savaşmış, gazi veya şehit olmuş yakınlarınız vardır belki… Belki de mesleğinizin bir parçası olarak yoğun bir mesai harcıyorsunuzdur bu soruna…

Günün sonunda yarım yüzyıldır çözümlenemeyen ve hem insan hayatı bakımından hem de daha geniş bir siyasi ve hukuki çerçevede gittikçe karmaşıklaşan bir sorunla yüzyüzeyiz. Bu haliyle de çoğu zaman iç karartıcı, dönüşümün mümkün görünmediği ve statükoya hapsolmuş bir durum geliyor akıllara…

Bizler de Kıbrıslı Türkler olarak, bu yarım yüzyıl boyunca etnik temelde çatışmaya, savaşa, acılarla dolu anılara, kayıplara maruz kaldık. Evimizi, barkımızı bir daha geri dönmemek üzere terk etmek zorunda kaldık. Başka diyarlarda kendimize yeni hayatlar kurmak, göç etmek durumunda bırakıldık. Her türlü zorluğa, yıldırmaya, siyasi ve ekonomik izolasyona rağmen, Kıbrıs Türk halkının ne kadar direngen olduğunu ve kendi geleceğini tayin noktasında artık farklı bir konumda bulunduğunu yaşayarak tecrübe ettik.

Bugün geldiğimiz noktadan geriye dönüp baktığımızda, savaşın ve parçalanmış hayatların aslında ne kadar büyük toplumsal travmalar ve korkular yarattığını görebiliyoruz. Esasen, Kıbrıs sorunu ekseninde güvenlik meselesi üzerinde yoğunlaşmış ve süregelen çözümsüzlükle pekişmiş algılar vardır. Dahası, tarafların müzakere masasında ortaya koydukları pozisyonların temel çıkış noktası dahi bu algılara dayanmaktadır. Olası bir çözüm çerçevesinde Kıbrıslı Türkler olarak bizlerin en büyük endişesi, Kıbrıslı Rumlar tarafından domine edilme tehlikesi ve güvenliğimizin tehdit edilmesidir. Elbette ki bunun kaynağı 1963-1974 yılları arasında yaşanan acı tecrübelerdir. Kıbrıslı Rumlar açısından ise kendilerinden daha güçlü addettikleri ve asimetrik bir güç kaygısına girdikleri Türkiye’ye ilişkin endişeler söz konusudur. Onlara göre bunun kaynağı ise 1974 yılında yaşanan olaylardır. Bu bağlamda, biz, olası bir federasyonda Kıbrıslı Türklerin etkin temsiliyeti ve katılımı ile mevcut garanti sisteminin devamından yana tavır koyarken; Kıbrıs Rum tarafı, federasyonun işlevselliği ve garantilerin sonlandırılmasını ön plana koymaktadır. Dolayısıyla, savaşın getirdiği travmalar ve korkular sadece toplumsal bazda meşruiyet kazanmamış, aynı zamanda tarafların resmi politikaları olarak müzakerelerde etkili olagelmiştir. Hatta, çoğu zaman bunlar üzerinden kırmızı çizgiler ilan edilmiştir.

Hâl böyle iken, önümüzde zorlu bir sürecin olduğu çok açık bir şekilde ortadadır. Adil ve yaşayabilir bir çözümün sağlanabilmesi ve de en önemlisi toplumların bu çözümü benimseyerek, barışı kurmaları tabii ki kolay değildir ve olmayacaktır. Ancak, aynı zamanda, büyük hayaller kurmadan bir dönüşümün sağlanamayacağının bilinciyle hareket etmeli ve karanlığa adım atma konusunda cesaretli olmalıyız. Bunun için de bir taraftan toplumların barış yönünde kanalize edilmesine ve toplumsal güvenin tesisine yönelik ortam hazırlanmalı, diğer taraftan ise bu ortamın sağlıklı bir müzakere süreciyle ileriye taşınmasına olanak sağlanmalıdır. Geçtiğimiz günlerde yine başka bir konferans çerçevesinde dile getirdiğim üzere, Adamızı sorunla, savaşla ve çözümsüzlükle özdeşleştirmiş olan bu makûs kadere artık bir son verilmeliyiz. Samimiyetle inanıyorum ki, önümüzde duran net mesaj budur ve açılan bu fırsat penceresini tüm gücümüzle aralayıp, kapsamlı çözüm yoluyla, Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında barışı bir an önce gerçekleştirmeliyiz.

Bilindiği üzere, Kıbrıs sorunu, Birleşmiş Milletler’in bir gündem maddesi olarak, uluslararası toplum nezdinde de 50. yılını doldurmuştur. Bu bağlamda, sorunun, çeşitli aktörlerin dahiliyetiyle, uluslararası bir boyutu olduğu kabul gören bir gerçektir. Uluslararası şartlar ve aktörlerin politikaları değiştikçe, Kıbrıs sorunu bağlamındaki yansımaları da farklılık göstermiştir. Nitekim, bugün, iki yıllık bir durağanlıktan sonra, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulma çabalarının yine hız kazandığı ve gerek içte gerekse de dışta daha görünür olduğu bir dönemin içerisindeyiz. Bu dönemle birlikte, çözüm perspektifinde yeni bir konjonktür oluşmuştur. Sorunun aşılması yönünde doğan yeni fırsatın ve oluşan konjonktürün, bölgemizdeki stratejik dengelerin de korunarak, Kıbrıs’ta barışı kurma yönünde etkin bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü artık fırsatları kaçırma lüksümüz kalmamıştır. Özellikle de süregelen çözümsüzlüğün yarattığı mağduriyetten en fazla etkilenen taraf olarak, bizim, bırakın bir 50 yıl daha, bir gün dahi bile Ada’daki hayatlarımızı olumsuz etkilemesine tahammülümüz yoktur.

Kıbrıs, bulunduğu jeopolitik konum itibariyle, önemli bir kesişme noktasındadır. Bundan dolayı da farklı medeniyetlerle harmanlanmış bir tarihe ve çok zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Bugün dahi baktığımızda, Ada etrafında cereyan eden ve tüm yerel-bölgesel-küresel dinamiklerin birlikte hareket ettiği ve iç içe girdiği birtakım gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Bu bağlamda önemli olan, bu konjonktürel gelişmelerden faydalanarak, yaşayabilir bir anlaşmanın sonuçlanmasına ve toplumsal barışın tesisine hizmet etmelerini sağlayabilmektir. Her ne kadar 2004’teki çözüm çabaları, Kıbrıslı Rumların BM Kapsamlı Çözüm Planı’nı reddetmesiyle nihayete ulaşamamışsa da, AB üyeliği perspektifinin getirdiği toplumsal dönüşümler hepinizin malumudur. O dönemde yakalanan ivme gibi, bugünkü dinamiklerin de çözüm yoluna katkı koyması ve bu sefer her iki toplumu da dönüştürebilmesinin, Ada’nın kaderini tersine çevirme bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu konjonktürel unsurlara değinmeden önce, bugün Ada’da çözüm yönünde açılan fırsat penceresinin kaynaklandığı iç dinamiklerden bahsetmek istiyorum.

Kıbrıs’ta kapsamlı müzakereler, 1968 yılından beridir belirli duraksamalarla devam etmektedir. O tarihten bu yana, gerek uluslararası ortam, gerekse de Ada’daki iç koşullar bakımından ne denli değişiklikler olduğu ortadadır. Bu süre zarfında, her iki tarafta da farklı liderler müzakere masasına oturmuş, şartlar ve faktörler değişmiş, ancak temel tartışma noktaları hep baki kalmıştır. Bu tartışma noktaları da esasen az önce bahsettiğim algılar üzerinde yoğunlaşmıştır. Günün sonunda, müzakerelerin her defasında gelip tıkandığı noktanın, süregelen algılar ve bunlar üzerinden oluşturulan politikalar olduğu yönünde bir tespitte bulunmak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Burada, 2004 yılında Kıbrıslı Rumların BM Kapsamlı Çözüm Planı’na güçlü bir ‘hayır’ demelerinin ana sebeplerinden birinin de güvenlik algılarından kaynaklandığını hatırlatmakta fayda görüyorum. Bunların aşılabilmesi için bu algıları kıracak ve sürecin ileriye taşınmasını sağlayacak bir dinamizme ve karşılıklı bir şekilde empati kurmaya ihtiyaç vardır.

11 Şubat 2014 tarihinde, aylar süren yoğun çalışmalar sonucunda, tarafların üzerinde mutabık kaldıkları ‘Ortak Açıklama’ da böyle bir dinamizmin sonucudur. Kapsamlı çözümün ana ilkelerini ortaya koyan ‘Ortak Açıklama’ ile müzakerelerin 2012’de durduğu yerden devam etmesi sağlanmıştır. Hatırlanacağı üzere, 2008 yılında Sayın Talat ile Sayın Hristofyas’ın insiyatifleriyle başlayan ve bugün devam eden müzakere sürecinde, gerçekten çok önemli adımlar atılabilmiş ve Kıbrıs müzakere tarihinde bir ilk olarak sadece tarafların müdahil olup sağladığı ortak yakınlaşmalar elde edilebilmiştir. KKTC Dışişleri Bakanlığı olarak, üzerinde uzlaşıya varılabilmesi için bizim de yoğun çaba sarfettiğimiz ‘Ortak Açıklama’ mutabakatı ile, Kıbrıs Türk tarafı açısından önemli olan birtakım yeni kazanımlar da söz konusu olmuştur. Burada ana hedefin, siyasi eşitliğine dayalı iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon oluşturmak olduğu, bu federasyonun BM Sözleşmesi’nin öngördüğü şekilde ve tüm BM üye devletlerinde olduğu gibi tek egemenliğe sahip olacağı yeniden kayıt altına alınarak, bu egemenliğin Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlardan eşit olarak neşet edeceği hususu önemli bir kazanım olarak öne çıkmıştır. Ayrıca, birleşik Kıbrıs federasyonunun eşit statüye sahip iki kurucu devletten oluşacağı, kurucu devletlerin bir diğeri üzerinde otorite ve yetkisi bulunmayacağı, federasyonun iki kesimli ve iki toplumlu karakteri ile AB’nin üzerine inşa edildiği ilkelerin korunacağı, ve Anayasa’da belirtilecek federal yetkiler dışında kalan artık yetkilerin ise kurucu devletlerde olacağı ‘Ortak Açıklama’nın açıklığa kavuşturduğu önemli unsurlar arasındadır.

Kısacası, Ortak Açıklama ile Kıbrıs sorunun nasıl çözümleneceği, kurulacak devletin şekli ve yapısını yanı sıra, iki tarafın siyasi eşitliği ve statüleri gibi temel konular üzerinde mutabakat sağlanmış ve bu haliyle tarihi bir belge olarak ortaya çıkmıştır. Kıbrıs sorununun çözümünde farklı görüşlere sahip olduğu bilinen her iki taraftan çeşitli kesimlerin ‘Ortak Açıklama’ mutabakatı etrafında birleşmesi ise, toplumsal uzlaşıya ihtiyaç duyulan bu tür safhalarda çok büyük önem taşımaktadır. Bu mutabakat, aynı zamanda, çözüme yönelik genel ilgi ile birleşince, uluslararası camia nezdinde de büyük bir destek yaratmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’den Yunanistan’a, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden Avrupa Birliği yetkililerine, yapılan tüm destek çağrıları sürece ivme katmıştır. Gelinen bu aşamada, bu fırsatın en iyi şekilde değerlendirilmesi ve kritik eşiğin aşılarak, sonuç alıcı bir şekilde ilerlenmesi elzem olmuştur.

BM müzakereleri bağlamında bu gelişmeler sürerken, bir diğer yandan da çok büyük önem atfettiğimiz AB sürecinde yaşanan gelişmelere de özetle vurgu yapmak istiyorum.

Bir taraftan kapsamlı müzakereler çerçevesinde Avrupa Birliği ile ilgili konuların çözümle birlikte nasıl şekilleneceği hususunda tartışmalar devam ederken, diğer taraftan da yine çözüme katkısının büyük olacağına inandığımız Kıbrıslı Türklerin AB’ye uyum sürecinin hızlandırılması yönünde çabalarımızı yoğun bir şekilde sürdürüyoruz. Bu noktada, uyum çalışmaları hususunda, 2009 – 2011 yılları arasında, 12 müktesebat faslı kapsamında 70 birincil ve ikincil hukuka ilişkin yasanın karara bağlandığını, 2014 – 2016 yılları arasında ise toplam 83 birincil hukuk, 228 de ikincil hukuku ilgilendiren konularda yasa yapılmasının hedeflendiğini de belirtmek isterim.

Mutabakat uyarınca müzakerelerin yeniden başlaması sonrasında, Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso ve Avrupa Konseyi Başkanı Rompuy’un, Kıbrıslı Türklerin AB’ye uyum sürecine yönelik sürdürülen çabaların güçlendirilmesi yönünde çağrıları mevcuttur. Burada, Kıbrıs Türk tarafı olarak önem atfettiğimiz ana unsur, bir çözümle birlikte AB’ye uyum hususunda hazır olabilmemiz ve günü geldiğinde AB karşısındaki yükümlülüklerimizi yerine getirebilmemizdir. Çözümü sağlayacak olan iki taraftır, ancak varılacak olan çözümün AB’ye uyarlanacağı düşünüldüğünde, Kıbrıslı Türklerin ortaklığın eşit taraflarından biri olarak buna hazır olması gerekmektedir.

Bu aşamada, uluslararası camianın artan ilgisine neden olan ve çözümün aciliyetini öne çıkaran bazı “dışsal” hususlara da değinmek istiyorum. Kıbrıs sorununu etkileyen dış dinamiklere ilişkin bu hususları üç eksende toplayabiliriz. Doğal gaz konusu, AB-NATO stratejik işbirliği ve Türkiye’nin AB üyeliği süreci…

Bilindiği üzere, Güney Kıbrıs, 2003 yılından itibaren Doğu Akdeniz’deki bazı sahildar ülkelerle, ikili anlaşmalar yapmak suretiyle, Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırmasında bulunmuştur. Mısır, Lübnan ve İsrail ile yapılan bu anlaşmalarla, petrol ve doğal gaz yataklarının aranmasını ve çıkarılmasını hedefleyen girişimleri olmuştur.

Bu konunun, haliyle, Kıbrıs sorununa, hem hukuki hem de siyasi birtakım olumsuz yansımaları söz konusudur. Güney Kıbrıs, yapmış olduğu ‘münhasır ekonomik bölge’ sınırlandırmalarında, Türkiye’nin kıta sahanlığı ve genelde deniz yetki alanları üzerindeki haklarını ve egemenliğini ihlal etmekle kalmayıp, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin, bu konulardaki uyuşmazlıkların çözümü ile ilgili sahildar ülkelerin işbirliğinde bulunması gerektiği ilkesini de gözardı etmektedir. Halihazırda Kıbrıs sorunu bünyesinde var olan Ada’daki egemenliğe ilişkin ihtilaf sürerken, ‘münhasır ekonomik bölge’ sınırlandırılmasına gidilmesi, yetki alanları bakımından hukuki durumu daha da sorunlu bir hale getirmektedir.

Güney Kıbrıs’ın yaptırmış olduğu teyit sondajı neticesinde, Ada çevresinde kanıtlanmış doğal gaz kaynaklarının beklenilenin çok altında olduğu tespit edilmiştir. Bu noktada, spekülatif birtakım varsayımlarda bulunmanın doğru olmadığını düşünmekle birlikte, bölgedeki diğer ülkelerin kaynaklarından çıkacak doğal gazla birleştirilerek bütüncül bir yaklaşımla geliştirilmesi ve sevkiyatının sağlanmasının en makul yol olarak değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Her şekilde, Doğu Akdeniz’de bölgesel işbirliğine gidilmesi ve enerji güvenliğinin sağlanması, önümüzdeki dönemin kritik konuları arasında yer alacaktır.

Elbette ki, tüm bu faktörlerle birlikte, Güney Kıbrıs’ın bu konudaki tek yanlı girişimlerinin müzakereler bağlamında da olumsuz etkileri olmuştur. Bir taraftan, Kıbrıs’ta ortak bir gelecek kurmak için müzakere masasında uğraş verirken, diğer taraftan Kıbrıslı Türklerin Ada üzerindeki eşit haklarının görmezden gelinmesinin, yürütülen çözüm çabalarının ruhuna aykırı olduğu aşikârdır. Bu inançla, biz, Kıbrıs Türk tarafı olarak, Ada etrafındaki hidrokarbon yataklarının keşfiyle, Kıbrıs sorununun daha da karmaşıklaştırılarak ihtilafa yol açmasını değil, tam tersine barışa hizmet etmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Uluslararası camianın Kıbrıs sorununa artan ilgisini de bu bağlamda değerlendiriyoruz. Doğal gaz etrafında gelişen tartışmalar, Kıbrıs’ın ne denli önemli bir jeopolitik noktada olduğunu ve küresel işbirliği anlamında sahip olduğu stratejik rolü bir kez daha ortaya koymaktadır. Amerika’dan Rusya’ya, İsrail’den Lübnan’a, Yunanistan’dan Mısır’a, Türkiye’den Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada, çok ciddi ekonomik ve siyasal işbirliklerine yol açacak ve bölgesel istikrara katkı koyacak boyutta dönüştürücü etkisi olabilecek bir ortam sağlanabileceğine inanıyoruz. Ancak, bu dönüştürücü etkinin uygulamaya konabilmesi için Kıbrıs sorununun çözümüne ivedi bir şekilde ihtiyaç olduğu da bir gerçektir.

Bölgesel ve küresel açılardan bakıldığında, Kıbrıs sorununun olumsuz olarak etkilemeye devam ettiği başka alanlar da vardır. Bunların arasında en çarpıcı olanlardan biri de NATO-AB stratejik işbirliğinin ileriye taşınamamasıdır. Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarından beridir, gerek Avrupa’daki güvenlik ve savunma alanına yaptığı katkılar, gerekse de atlantik ötesi ilişkilerin gelişmesinde oynadığı rol ortadadır. Bununla birlikte, Güney Kıbrıs’ın 2004’te AB’ye girmesiyle birlikte, hem Türkiye’nin Avrupa mekanizmalarına stratejik katkısı engellenmiş, hem de NATO-AB ilişkilerinin derinleşmesi durmuştur. Güney Kıbrıs, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politika’sına dahiliyetini ve Avrupa Savunma Ajansı’na üye olmasını bloke etmektedir. Dolayısıyla, NATO-AB ilişkileri açısından Kıbrıs sorunu odaklı çözümlenmesi gereken bir güvenlik krizi mevcuttur. Özelde son dönemde Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ve genelde ise hızla değişen uluslararası şartlar, iki örgüt arasındaki kurumsal yapının güçlendirilmesi gerekliliğine işaret etmektedir.

Güney Kıbrıs, aynı zamanda, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü üyelik müzakerelerini de bazı başlıkların açılmasını engellemek suretiyle kesintiye uğratmaktadır. Kıbrıs sorununun Türkiye’nin AB üyeliği sürecindeki en büyük engellerden biri olduğu ise bir algı değil bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tüm bu dışsal unsurlara bakıldığında, Kıbrıs sorununun süregelmesinin menfi yansımalarının ne denli geniş bir alana yayıldığı ve düzenli olarak birbirini besleyen bir sorunlar yumağı yarattığı görülmektedir. Kıbrıs sorunu çözülmeden, Türkiye-Yunanistan ve Kıbrıs üçgeninde bir istikrar ve refah ortamının oluşturulması ve bunun daha da ötesinde gerek enerji gerekse de stratejik alanlarda bölgesel işbirliğinin gerçekleşmesi beklenemez.

Bulunduğumuz aşamada, gerek dış gerekse de iç dinamikler bakımından, çözüm yönünde ciddi bir baskı ile karşı karşıyayız. Bu baskıyı olabildiğince somut bir hale indirgemek ve kararlı bir şekilde çözüme odaklanılmasını sağlamalıyız. Günün sonunda, konjonktürler değişebilir, şartlar farklılaşabilir, ancak unutulmamalıdır ki çözüm en fazla Ada’da yaşayanların hayatlarına dokunacaktır. Bunun için de barışı dünden istemeliyiz.”