Kıbrıs sorunu BM gündeminde 50. yılını doldurmuş bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde ise sorunun çözümü yönündeki çabaların ilk kez kapsamlı bir antlaşmayla sonuçlandığı Annan Planı’nın referandumlara sunulmasının 10. yılını geride bıraktık.

Hangi perspektiften bakarsak bakalım, hangi görüşte olursak olalım, bugünlerde herkesin ortak bir algı etrafında birleştiğini görüyoruz. Geldiğimiz aşamada, Kıbrıs sorununun çözümü yönünde kritik bir fırsatın belirmiş olduğu ve mevcut sürecin “son çaba” olarak tanımlanabileceği yönünde bir algı mevcuttur.

Bu algının ne derece somut bir hâl alacağı konusunda elbette ki temkinliyiz. Çünkü geçtiğimiz son 50 yılda, Kıbrıs sorununun çözümü yönünde birçok kez ve özellikle de 2004 döneminde heyecanımızı kabartan ve “bu sefer olacak” dediğimiz dönemler olmuştur. Nitekim Kıbrıs müzakere tarihi boyunca, sayısız BM Genel Sekreteri, Özel Temsilcisi ve Danışmanı ile yabancı diplomatların soruna nasıl müdahil olduklarına ve çözümü zorladıklarına hep birlikte tanıklık ettik. Bununla beraber, Kıbrıs sorununun, bugüne kadar, her türlü yerel, bölgesel ve uluslararası girişime ve çeşitli dinamiklerin oluşturduğu farklı siyasi konjonktürlere direnen bir statükoyla karşı karşıya kaldığı ise malumunuzdur.

Annan Planı’nı referanduma götüren süreç, Kıbrıs sorununa müdahil tüm aktörler ve kesimler açısından bir dönüm noktası olmuştur. Kronikleşmiş bu sorunun kapsamlı bir biçimde çözümlenmesine dair umutlarımız ilk defa bu dönemde bu denli somut bir şekil almıştı. On yıllardır hayatımızın bir parçası hâline gelen sorun artık bitecek ve maruz kaldığımız insanlık dışı izolasyonlar sona ererek, dünya ile bütünleşecektik. En önemlisi ise Ada’mızı savaşla ve bitmek bilmeyen bir çatışma ortamı ile özdeşleştirmiş olan Kıbrıs çıkmazı tarihe gömülecek ve biz geleceğimize ümitle bakabilecektik.

Annan Planı’nın Kıbrıslı Rumların ‘hayır’ oyuyla başarısız olmasının ardından ise çözüme ‘evet’ diyen taraf olarak biz, büyük bir moral üstünlük sağladık. Kıbrıslı Türklerin %65 ‘evet’ oyu kullanması uluslararası toplum nezdinde takdirle karşılanarak, önemli açılımların gerçekleşmesine zemin oluşturmuştur.

Bu bağlamda, referandumdan iki gün sonra, 26 Nisan 2004 tarihinde gerçekleştirilen AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısında, Kıbrıslı Türklerin çözüm ve AB’ye yönelik desteklerinin memnuniyetle karşılandığı belirtilmiş ve Kıbrıslı Türklerin izolasyonunu sona erdirecek öneriler sunması için Avrupa Komisyonu’na bir çağrıda bulunulmuştur. Bilindiği üzere bu çağrı sonucunda Komisyon, Yeşil Hat, Mali Yardım ve Doğrudan Ticaret olmak üzere üç tüzüğün hayata geçirilmesi doğrultusunda çalışma başlatmıştır.

Benzer bir çağrı, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından 28 Mayıs 2004 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan raporda da tekrarlanmıştır. Söz konusu raporunda Annan, Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonların ve baskının gerekçesini yitirdiğini vurgulayarak, Kıbrıslı Türklere uygulanan kısıtlamaların kaldırılması ve gerek ikili, gerekse de uluslararası kuruluşlar bünyesinde Kıbrıslı Türklerle işbirliğine gidilmesi yönünde tüm üye devletlere güçlü bir çağrı yapmıştır.

Avrupa Konseyi de 2004 yılında almış olduğu 1376 sayılı kararla izolasyonların kaldırılması yönünde benzer bir çağrı yapmıştır. Nitekim bu karar, Kıbrıslı Türklerin seçilmiş iki milletvekilinin gözlemci olarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ne gönderilmesine zemin olmuştur.

Avrupa Komisyon’un önerisi doğrultusunda ise Yeşil Hat Tüzüğü ve Mali Yardım Tüzüğü hayata geçirilmiş olup, Doğrudan Ticaret Tüzüğü Rum tarafının engellemelerinden dolayı ele alınamamıştır.

Yeşil Hat Tüzüğü kapsamında, Kıbrıs Türk tarafınca üretilen ürünlerin Güney Kıbrıs ile ticaretinin yapılması olanağının yaratılması, yerli üreticilerimizin üretim standartlarını AB standartlarına yükseltmesi yönünde önemli bir teşvik oluşturmuştur. Yıllık ortalama değeri 5 milyon € olan Yeşil Hat ticareti sayesinde, patates, narenciye, bal, balık, inşaat malzemeleri gibi birçok ürünün Güney’e ticareti gerçekleştirilmiştir. Kişilerin geçişlerine ilişkin olarak özellikle AB vatandaşlarına yönelik kısıtlamaların kaldırılması sonucunda ise turizme ciddi bir katkı sağlanmıştır.

Mali Yardım Tüzüğüyle de altyapının geliştirilmesi, ekonomik ve sosyal hayatın iyileştirilmesi, iki tarafın yakınlaştırılması, Kıbrıslı Türklerin AB’ye uyumu ve AB müktesebatının uygulanmasına dönük gerekli yasal çalışmaların yapılması amacıyla, 259 milyon € Kıbrıs Türk tarafına verilmiştir. Bu miktarın sözleşme edilmesinin ardına gerçekleştirilen yoğun siyasi girişimler sonucunda ise AB’nin 2014-2020 dönemini kapsayan Çok Yıllı Mali Çerçevesi kapsamında Kıbrıslı Türklere yönelik ayrı bir bütçe kaleminin oluşturulması ve her yıl düzenli olarak mali desteğin sağlanması mümkün kılınmıştır.

Ayrıca AB müktesebatının uygulanmasına yönelik gerekli yasal çalışmalar AB uzmanları ile işbirliği içerisinde kamu kurumlarımız tarafından başlatılmıştır. Gıda güvenliğinden çevrenin korunmasına, tüketicinin korunmasından malların serbest dolaşımına kadar geniş bir yelpazeyi içerisine alan ve müktesebatın önemli bir bölümünü temsil eden bu çalışmalar sonucunda, 70 kadar birincil ve ikincil hukuku teşkil eden yasa ve tüzük yürürlüğe girmiştir.

Tüm bu kazanımlarla birlikte, Kıbrıslı Türklerin dünya ile bütünleşmesinde büyük önemi haiz izolasyonların kaldırılması ise söz konusu olamamıştır. Referandumun hemen akabinde yapılan çağrılar maalesef bu bağlamda bir neticeye ulaştırılamamıştır.

Bunun nedeni, elbette ki, Kıbrıs sorununun siyasi, hukuki ve diplomatik yönleriyle devam etmesidir. Yakalamış olduğumuz moral üstünlüğün sağlamış olduğu katkılar yadsınamaz, ancak geldiğimiz aşamada kapsamlı bir çözümün yerini tutmadığı da aşikârdır.

Referandum sonrası Kıbrıs Türk tarafının çözüm çabalarını yeniden canlandırma girişimleri dönemin Kıbrıs Rum Lideri Papadopulos’un uzlaşmaz politikalarından dolayı bir sonuç vermemiş ve 4 yıl süren bir durgunluk dönemi yaşanmıştır.

Kıbrıs Rum tarafında Şubat 2008’de gerçekleşen başkanlık seçimlerinde, seçim kampanyasını Kıbrıs sorununun çözümüne dayandıran Hristfoyas’ın yeni Kıbrıs Rum Lideri seçilmesiyle birlikte, bugün sürmekte olan tam teşekküllü müzakerelerin başlamasına giden yeni süreç de başlatılabilmişti.

Sayın Talat ve Hristofyas arasında varılan bir dizi mutabakatın ardından başlayan müzakerelerde, Kıbrıs müzakere tarihinde hiç yaşanmamış bir ilk olarak, taraflar, ‘Yönetim ve Güç Paylaşımı’, ‘Ekonomi ve AB Konuları’ başlıklarında, üzerinde uzlaşılmış ve uzlaşılamamış unsurları içeren 30 adet ortak metin üretmiştir. ‘Mülkiyet’ başlığında 1 adet ortak metin üretilebilmiş olunmasına rağmen, gerek bu başlıkta, gerekse de ‘Toprak ile Güvenlik’ ve ‘Garantiler’ başlıklarında özlü bir müzakere yapılamamış ve dolayısıyla herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır.

Bu dönemde, sürecin ileriye taşınması için Kıbrıs Türk tarafının üstlendiği tüm inisiyatifler, Hristofyas liderliğinin isteksiz tavrından dolayı ivme kazanamamıştır.

2010 tarihinde gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası ise Sayın Eroğlu ile Hristofyas arasında müzakereler devam etmiştir. Bu dönemde de çabalarımız yoğun bir şekilde sürmüştür. Ancak, 2008-2010 dönemi arasında sağlanan uzlaşıların üzerine yenilerinin eklenemediği de ortadadır. Nitekim, 2012 yılından 11 Şubat 2014’te varılan ‘Ortak Açıklama’ mutabakatına kadar, müzakereler fiilen durmuştu.

Bugün ise bulunduğumuz aşamada, yeni bir fırsat penceresinin açıldığını söylemek mümkündür. Bu sefer değişen nedir? Neden mevcut süreci tarihi bir fırsat olarak değerlendiriyoruz?

Bu noktada, Kıbrıs sorunu etrafında gelişen gerek Ada’daki içsel ve daha geniş bir coğrafyada dışsal dinamikler bağlamında bir değerlendirme yapılmasının faydalı olacağına inanıyorum.

‘Ortak Açıklama’ ile Ada’da çözümü zorlayacak bir iç dinamik oluşmuştur. İki yıllık bir aradan sonra, Liderlerin ‘Ortak Açıklama’ üzerinde uzlaşabilmiş olması önemli bir dinamizmin sonucudur ve müzakerelerin 2012’de durduğu yerden devam etmesini sağlamıştır. Ancak, aynı zamanda, bu süreçte uluslararası camianın, özellikle de ABD’nin Kıbrıs sorununun çözümü yönünde artan ilgisini görüyoruz. Bu ilginin ise birazdan değineceğim dışsal faktörler açısından bir anlamı ve önemi olduğunu düşünüyorum.

Dışişleri Bakanlığı olarak, üzerinde uzlaşıya varılabilmesi için bizim de yoğun çaba sarfettiğimiz bu mutabakat ile Kıbrıs Türk tarafı açısından önemli olan birtakım yeni kazanımlar da söz konusu olmuştur.

Burada ana hedefin, siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon oluşturmak olduğu, bu federasyonun BM Sözleşmesi’nin öngördüğü şekilde ve tüm BM üye devletlerinde olduğu gibi tek egemenliğe sahip olacağı yeniden kayıt altına alınarak, bu egemenliğin Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlardan eşit olarak neşet edeceği hususu önemli bir kazanım olarak öne çıkmıştır. Ayrıca, birleşik Kıbrıs federasyonunun eşit statüye sahip iki kurucu devletten oluşacağı, kurucu devletlerin bir diğeri üzerinde otorite ve yetkisi bulunmayacağı, federasyonun iki kesimli ve iki toplumlu karakteri ile AB’nin üzerine inşa edildiği ilkelerin korunacağı ve Anayasa’da belirtilecek federal yetkiler dışında kalan artık yetkilerin ise kurucu devletlerde olacağı ‘Ortak Açıklama’nın’ açıklığa kavuşturduğu önemli unsurlar arasındadır.

Kısacası, ‘Ortak Açıklama’ ile Kıbrıs sorunun nasıl çözümleneceği, kurulacak devletin şekli ve yapısının yanı sıra, iki tarafın siyasi eşitliği ve statüleri gibi temel konular üzerinde mutabakat sağlanmış ve bu haliyle tarihi bir belge olarak ortaya çıkmıştır.

Kıbrıs sorununun çözümünde farklı görüşlere sahip olduğu bilinen her iki taraftan çeşitli kesimlerin – ki buna Kıbrıs Rum Kilisesi de dahildir – ‘Ortak Açıklama’ mutabakatı etrafında birleşmesi ise toplumsal uzlaşıya ihtiyaç duyulan bu tür safhalarda çok büyük önem taşımaktadır.

Bu mutabakat, aynı zamanda, çözüme yönelik genel ilgi ile birleşince, uluslararası camia nezdinde de büyük bir destek yaratmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’den Yunanistan’a, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden Avrupa Birliği yetkililerine, yapılan tüm destek çağrıları sürece ivme katmıştır.

Bu yeni süreçte, müzakerelerin usulü ve özüne ilişkin bazı sorunlar yaşanıyor olsa da bu fırsatın en iyi şekilde değerlendirilmesi ve kritik eşiğin aşılarak, sonuç alıcı bir şekilde ilerlenmesi elzem olmuştur.

Bu aşamada, uluslararası camianın artan ilgisine neden olan ve çözümün aciliyetini öne çıkaran bazı “dışsal” hususlara da değinmek istiyorum. Kıbrıs sorununu etkileyen dış dinamiklere ilişkin bu hususları üç ana eksende toplayabiliriz. Türkiye’nin AB üyeliği süreci, AB-NATO stratejik işbirliği ile doğal gaz konusu ve bölgesel ilişkiler…

Çok yakından bildiğiniz ve tecrübe ettiğiniz üzere, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin etkin bir şekilde ilerleyememesinin en büyük nedenlerinden biri Kıbrıs sorununun varlığıdır.

Türkiye ile Kıbrıs Rum tarafı arasında diplomatik ilişkilerin bulunmamasından dolayı, Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nın Ek Protokol’ünden kaynaklanan yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediği gerekçesiyle, AB Konseyi’nin Aralık 2006’da aldığı kararla, sekiz fasılda müzakereler açılamamakta ve diğer fasıllar da geçici olarak kapatılamamaktadır.

Aralık 2009’da yapılan AB Konseyi toplantısı sonrasında ise Kıbrıs Rum tarafı yaptığı tek yanlı bir açıklamayla altı faslın açılmasını engelleyeceğini beyan etmiştir.

Mevcut durumda, Kıbrıs sorunu çözümlenmeden, Türkiye’nin dış politika bağlamındaki AB perspektifi ne olursa olsun, müzakerelerde ilerleme sağlanamayacağı aşikârdır.

Kıbrıs sorununun olumsuz olarak etkilediği bir diğer alan da AB-NATO stratejik işbirliğidir.

Türkiye’nin, NATO’nun bir üyesi ve şu anda fiiliyatta olmayan Batı Avrupa Birliği’nin ortak üyesi olarak, Soğuk Savaş yıllarından bu yana, gerek Avrupa’daki güvenlik ve savunma alanına yaptığı katkılar, gerekse de Atlantik ötesi ilişkilerin gelişmesinde oynadığı rol ortadadır.

Bundan dolayı, Türkiye’nin, Avrupa’nın kendi içinde kurumsallaşan savunma alanı dışında kalmaması büyük önem atfetmekteydi. Nitekim, NATO Konseyi’nin Aralık 2002’de aldığı bir kararla, AB üyesi olmayan NATO ülkelerinin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na dahil olması hedeflenmişti. Benzer bir karar da Nice Uygulama Belgesi’nin kabulü ile AB nezdinde alınmıştı. Bu fikir birliğinin sonucunda, AB-NATO işbirliğinin çerçevesini oluşturan Berlin Artı anlaşmaları hayata geçirilebilmişti.

Ancak, Güney Kıbrıs’ın 2004’te AB’ye girmesiyle birlikte, hem Türkiye’nin Avrupa mekanizmalarına stratejik katkısı engellenmiş, hem de NATO-AB ilişkilerinin derinleşmesi durmuştur.

Güney Kıbrıs, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politika’sına dahiliyetini ve Avrupa Savunma Ajansı’na üye olmasını bloke etmektedir. Dolayısıyla, NATO-AB ilişkileri açısından Kıbrıs sorunu odaklı çözümlenmesi gereken bir güvenlik krizi mevcuttur.

Özelde son dönemde Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ve genelde ise hızla değişen uluslararası şartlar, iki örgüt arasındaki kurumsal yapının güçlendirilmesi gerekliliğine açık bir şekilde işaret etmektedir.

Kıbrıs sorununun çözümü yönünde aciliyet yaratan bir başka dış faktör ise, son dönemin en önemli konuları arasında yer alan doğal gaz konusudur. Doğu Akdeniz bölgesinde hidrokarbon yataklarının keşfiyle, ciddi bir dinamizm oluşmuştur. Buna, son dönemde yaşanan Ukrayna’daki kriz de eklenince, alternatif enerji tedarik yollarına duyulan ihtiyaç daha da öne çıkmıştır.

Bilindiği üzere, Güney Kıbrıs, 2003 yılından itibaren Doğu Akdeniz’deki bazı sahildar ülkelerle ikili anlaşmalar yapmak suretiyle, ‘Münhasır Ekonomik Bölge’ sınırlandırmasında bulunmuştur. Mısır, Lübnan ve İsrail ile yapılan bu anlaşmalarla, petrol ve doğal gaz yataklarının aranmasını ve çıkarılmasını hedefleyen girişimleri olmuştur.

Mısır ile yapılan anlaşma uyarınca sınırlandırma “ortay hat” ilkesine göre belirlenmiştir. Lübnan ile yapılan anlaşmanın ardından ise Güney Kıbrıs, ilan ettiği MEB sınırları içinde kalan sularda 13 bölge belirlemiştir. Bu bölgelerden 1,4,5,6, ve 7 numaralı sahalar Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km²’lik kısmına tekabül etmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu alanlardaki haklarının ihlali sözkonusudur.

Güney Kıbrıs, ayrıca, Ada’nın doğusunda Lübnan kıyıları ile arada kalan 3 ve 13 numaralı parseller dışında 11 parsele de ruhsat vermek için ihale açmış ve bu çerçevede 12. Parselde Noble Energy isimli Amerikan şirketi ile anlaşmaya varmıştır. 2014 yılı içerisinde ise İtalyan ENI ve Fransız Total şirketlerinin de sondaj işlemlerine başlaması beklenmektedir.

Ancak, Güney Kıbrıs’ın yaptırmış olduğu teyit sondajı neticesinde, Ada çevresinde kanıtlanmış doğal gaz kaynaklarının beklenilenin çok altında olduğu tespit edilmiştir. Önceleri yaklaşık 6 trilyon ayak küp olduğu tahmin edilen doğalgaz miktarı Delek Şirketi’nin yaptığı teyit sondajı neticesinde 4,1 trilyon ayak küp olarak açıklanmıştır. AB’nin yılda yaklaşık 18 trilyon ayak küp doğal gaz ihtiyacı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Güney Kıbrıs’ın Avrupa pazarına girmek için daha fazla miktarda doğal gaza ihtiyacı olduğu aşikârdır.

Aynı zamanda, Güney Kıbrıs’ın üzerinde ısrarcı olduğu doğal gaz sıvılaştırma terminalinin (LNG) işleyebilir olması için 12. Parsel Afrodit Çukuru’ndan çıkarılacak doğal gazın yanı sıra, İsrail’den gelecek 5-6 trilyon ayak küp daha doğal gaza ihtiyaç vardır.

LNG terminalinin maliyetinin 10 milyar dolar, Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye döşenecek boru hattının ise 1,5 milyar euro olduğu düşünüldüğünde, çıkarılması muhtemel doğal gazın Türkiye üzerinden boru hattı ile sevkiyatı en uygun yöntem olarak öne çıkmaktadır.

Bu noktada, spekülatif birtakım varsayımlarda bulunmanın doğru olmadığını düşünmekle birlikte, bölgedeki diğer ülkelerin kaynaklarından çıkacak doğal gazla birleştirilerek bütüncül bir yaklaşımla geliştirilmesi ve sevkiyatının sağlanmasının en makul yol olarak değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Her şekilde, Doğu Akdeniz’de bölgesel işbirliğine gidilmesi ve enerji güvenliğinin sağlanması, önümüzdeki dönemin kritik konuları arasında yer alacaktır. Özellikle de Kıbrıs, Türkiye ve İsrail ekseninde sağlanacak enerji bazlı bir birlikteliğin bölgede istikrar ve barış alanında bir dönüşüm yaratabilme potansiyeli üzerinde dikkatle durmak gerekir diye düşünüyorum. Uluslararası camianın ve özelde ABD’nin Kıbrıs sorununa artan ilgisinin nedeni de hiç kuşkusuz ki bu potansiyeldir.

Doğal gaz etrafında gelişen tartışmalar, Kıbrıs’ın ne denli önemli bir jeopolitik noktada olduğunu ve küresel işbirliği anlamında sahip olduğu stratejik rolü bir kez daha ortaya koymaktadır. Amerika’dan Rusya’ya, İsrail’den Lübnan’a, Yunanistan’dan Mısır’a, Türkiye’den Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada, çok ciddi ekonomik ve siyasal işbirliklerine yol açacak ve bölgesel istikrara katkı koyacak boyutta dönüştürücü etkisi olabilecek bir ortam sağlanabilir. Ancak, bu dönüştürücü etkinin uygulamaya konabilmesi için Kıbrıs sorununun çözümüne ivedi bir şekilde ihtiyaç olduğu da bir gerçektir.

Sonuç olarak, sorunun aşılması yönünde doğan yeni fırsatın ve oluşan konjonktürün, bölgemizdeki stratejik dengelerin de korunarak, Kıbrıs’ta barışı kurma yönünde etkin bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği inancındayım. Bu bağlamda, mevcut dinamiklerin ve sorunu gerek doğrudan gerekse de dolaylı olarak etkileyen konuların Ada’da kapsamlı bir çözüme varılmasının önünü açacak nitelikte ele alınması büyük önem taşımaktadır.